16 Haziran 2017 Cuma

Bilim ve Budalalık

Budalalık, cahillikten mi yoksa dar görüşlülükten mi kaynaklanır? 

Milan Kundera, Roman Sanatı (1986) adlı ünlü denemesinde şunları söylüyor:

“19. yüzyıl lokomotifi icat etti ve Hegel evrensel tarihin ruhunu yakaladığından emindi. Flaubert budalalığı keşfetmişti. Açık yüreklilikle şunu söyleyeceğim, bilimsel aklından o kadar gurur duyan bir yüzyılın en büyük keşfi bence budur. Elbette, Flaubert'den önce de budalalığın varlığından kimsenin kuşkusu yoktu ama bu biraz farklı anlaşılıyordu: Basit bir bilgisizlik, eğitimle düzeltilebilecek bir kusur olarak bakılıyordu ona. Oysa, Flaubert'in romanlarında budalalık insanın varoluşundan ayrılamayacak bir boyuttur....Flaubert'in budalalığa bakışı içinde en çarpıcı olan, en afallatıcı olan şudur: budalalık bilimin, tekniğin, ilerlemenin, modernliğin karşısında silinmez, tam tersine ilerlemeyle birlikte o da ilerler! Flaubert, hınzırca bir tutkuyla etrafındaki insanların, kendilerinin daha zeki ve külyutmaz olduklarını göstermek için söyledikleri kalıplaşmış deyişleri topluyordu. Bunlarla ünlü bir “Basmakalıp Fikirler Sözlüğü hazırlamıştı. Biz de bu başlığı kullanarak, modern budalalığın cehalet değil, basmakalıp fikirlerdeki düşünce eksikliği anlamına geldiğini söyleyelim. Flaubert'in keşfi, dünyanın geleceği için Marx'ın ya da Freud'un en sarsıcı düşüncelerinden çok daha önemlidir. Çünkü gelecek, sınıf mücadelesi ya da psikanaliz olmadan da hayal edilebilir; ama bilgisayarlara kaydedilen, kitle iletişim araçlarıyla yayılan basmakalıp fikirlerin pek yakında özgün ve bireysel bütün düşünceleri ezecek, böylece Modern Çağ'daki Avrupa kültürünün özünü boğma tehlikesi taşıyacak bir güç halinde önlenemez bir biçimde yükselmesi olmadan hayal edilemez.” *

Kundera haksız mı? Kundera budalalıklar konusunda herhangi bir örnek vermiyor. Burada bizim elbette budalalığın tek tipinden değil ama çeşitli türlerinden söz etmemiz gerekir. Çok iyi eğitim görmüş bir kimsenin bazı taşlaşmış dogmalardan hiçbir şekilde sıyrılamaması budalalık değil midir? Bilim dünyasında başarılı olmuş kimselerden birçoğu, insanlığın yıkımına yol açabilecek bazı davranışlarda bulunmadılar mı? Eski çağlarda insan öldürmek daha zordu. Ama özellikle son asırda milyonlarca insan “yüksek teknoloji”nin yardımıyla ve çoğu zaman görülmelerine bile gerek kalmadan kolaylıkla yok edilebildiler. Uzaydaki gökcisimlerinden birindeki olası bir zeki varlık, dünya adlı bir uzak gezegende insanların binlerce yıldan beri birbirlerini (“çeşitli”
nedenlerle!) öldürüp durduklarını öğrense, insanları zeki varlıklar olarak mı, yoksa budalalar topluluğu olarak mı değerlendirir?

Enrico Fermi, çok başarılı bir fizikçiydi. Fizikte ve matematikte çok büyük başarılara imza attı ve yeni radyoaktif elementlerle ilgili buluşundan dolayı 1938'de Nobel Fizik Ödülü aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında New Mexico'da Los Alamos'ta atom bombası üretme ve deneme çalışmalarına katıldı. Bu çalışmalara katılan ve Fermi'nin bir biyografisini de hazırlayan fizikçi Emilio Segre, meslektaşı Fermi için şunları söylemektedir:

“Amacın acımasız ve dehşet verici olmasına karşın, bütün zamanların en büyük fizik deneylerinden biri söz konusuydu. Fermi bütünüyle bu uğraşa gömüldü. Testin yapıldığı sırada yürütülen faaliyetlerin doğuracağı bütün teknik sonuçları anlayan birkaç kişiden biri, belki de tek kişi oydu.”

Fermi bu çalışmalara sadece bir fizik deneyi çerçevesinde katılmış değildi. Çünkü atom bombası Hiroşima'da ve Nagazaki'de kullanıldıktan sonra da aynı yılın sonlarına kadar çalışmasını sürdürdü. Yani kendisinin korkunç bir katliama aracı yapılmasının rahatsızlığını duyarak hemen istifa etmedi. Bunu yapmış olsaydı bu kez çok saf bir budala durumuna düşmeyecek miydi? Zincirleme uranyum tepkimesi mekanizmasını ilk kez anlayan büyük fizikçi Lise Meitner, atom bombası çalışmalarına katılması teklifini daha başlangıçta reddetmişti. Lise Meitner'in mezar taşında şu yazılıdır:

“İnsanlığını hiç yitirmeyen bir fizikçi”.

Bir meslek sahibi, işini çok iyi yapıyor olabilir. Çok iyi eğitimli ve alanında çok bilgili olabilir. Fakat günümüzde artık herkesin yaptığı işin etkilerini ve sonuçlarını yerel ve küresel ölçekte tartması ve kişisel konumunu, insanlığa olan genel hizmet çerçevesinde değerlendirmesi gerekir.
İnsanlığa hizmetin derecesini ise yapılan işin, doğanın korunmasını ne kadar gözettiği ve insanların özgürlük ve eşitlik düzeylerini ne kadar yükseltmiş olduğu belirler.
Görüş açısının darlığı ile budalalık ilişki içindedir.

Dar görüşlülükten kurtulmanın yolu, bilimin, felsefenin ve sanatın sorgulayıcı iklimine girmekten geçer.

Günümüzdeki budalalıkların yıkıcılığı, eski çağlardaki budalalıkların yıkıcılığından daha fazladır.

Osman Bahadır

* Milan Kundera; Roman Sanatı, Can Yayınları, 5. basım Nisan 2014, s. 152.

Görsel: Ada Lovelace’in Margaret Sarah Carpenter tarafından yapılmış portresinin detayı (1836)


Bilim Tarihçisi Sn. Osman Bahadır'a bilim tarihini irdeleyen bu içten yazıyı paylaşmama izin verdiği için sonsuz teşekkürler.

Derleyen: A. Şükran Demiralp, 16 Haziran 2017 Cuma

13 yorum:

  1. Bu link: http://asukrandemiralp1.blogspot.com.tr/2016/08/sorgulayabilmek.html "Bilim ve Budalalık" konusu için de aydınlatıcı olabilir.

    YanıtlaSil
  2. "Büyük Fransız mikrobiyologu Pasteur’ün (1822-1895), “Bilimsel keşif şansı, sadece zihinlerini ona hazırlamış olanlara güler” sözleri, yukarıda belirtmeye çalıştığımız gerçeği çok güzel özetliyor." https://sarkac.org/2017/09/bilimsel-kesifler-rastlanti-osman-bahadir/

    YanıtlaSil
  3. Ve bu da, bir başka kadının; Mileva Einstein-Maric'in öyküsü olabilir: " EINSTEIN belgeselini izliyorum. Mileva'nın durumu çok trajik. Albert'in makalelerinde yer alan tüm matematik Mileva tarafından hazırlanıyor. İlk dört makale Mileva'nın olağanüstü katkısı ile hazırlanıyor. Belgesel öyle söylüyor. Fakat Albert hiç bir makalesinde eşi Mileva'yı ortak yazar olarak değerlendirmediği gibi makalesinde teşekkür bile etmiyor. Bir diyalogda Mileva: "... kişilere teşekkür etmişsin.... makalede benim adıma yer vermediğin gibi bana teşekkür bile etmemişsin..." diyor. Fakat Albert tam o anda geçiştiriyor ve ekliyor:"...zaten adın Einstein olarak makalede yer alıyor..." !!! . Başka bir diyalogda Nobel komitesi üyesi Pierre Curie ye "1903 Nobel ödülü sana verildi Pierre.." diyor. Pierre bu söz karşısında "Marie'ye de bu ödül verilmeli..." diye yanıtlıyor. Nobel komitesi üyesi "Marie sadece bir asistan... senin yaptığın cihazlar nedeniyle bu ödüle layık görüldün..." diye ekleyince, Pierre: "aletler bilim yapmaz... ben tüm çalışmalarımı Marie ile gerçekleştirdim. Eğer Marie'ye de ödül verilmez ise ben bu ödülü red ediyorum" diyerek konuşmayı bitirdi. Bir Mileva'yı bir de Marie'yi düşündüm. Bir Albert bir de Pierre'i düşündüm. Mileva'nın bu trajik öyküsü beni ağır yaraladı. Keşke bu belgesel doğru olmazsa... Bu arada Mileva'nın gerçek adı Maric. Sevgili Maric seni saygıyla anıyorum. Bu yazıyı sana itaf ediyorum. Eminim fizik tarihinin ardındaki gerçek kahraman sensin. Saygıyla.

    Mileva Einstein-Maric, 19 Aralık 1875 tarihinde, (o zamanlar Avusturya-Macaristan sınırları içinde olan) Sırbistan’ın Titel şehrinde dünyaya geldi. Albert Einstein ile tanıştığı Zürih Politeknik Okulu’na devam etti. Albert’tan hamile kaldı ve ikisi de Zürih Patent Bürosu’nda çalışırken evlendiler. Einstein en ünlü eserini yazarken ona iki çocuk daha doğurdu. 1916’da boşandılar, 1948’de tek başına yaşadığı Zürih’te hayata gözlerini yumdu." https://www.facebook.com/groups/fizik.akademisi/permalink/1608792339198522/

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. “Korkarım ki bir gün teknoloji, insan iletişiminin ve yakınlaşmasının önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak.”

      A. Einstein

      Yaşasaydınız şimdilerde derdim ki: "Sn Einstein geçmişte sizin yaşadığınız dönemlerde bugünün tohumları atılmıştı. Sizin yaşadığınız dönemlerde 'kadını YOK sayan zihniyet"in tohumları da çok öncelerden atılmış, yeşermiş ve kök salmıştı. Öyle ki SİZ dahi bu köklerin sarmalından kurtulamamışsınız; ama ne iş ki günümüzde de SİZİ SORGULAMA ALANI DIŞINA İTEN yücelten YÜCELTEN binlerce ve binlerce insan var? Çok abartıldığınızı düşünüyorum.

      Sil
  4. Ve diğer bir kadın Clara İmmervahr'ın öyküsü: 1900 yılında Breslau Üniversitesi'nden, fiziksel kimya alanında ilk doktora yapan kadın olarak diplomasını aldı. Fritz Haber ile evlendikten sonra, o zamanın şartları gereği ev kadını olarak yaşamını sürdürdü. Kocasının kimyasal silahlar konusundaki çalışmalarına karşı çıktı. F. Haber'e askeri başarılarından dolayı yüzbaşılık rütbesi verilmesi üzerine, yaşamaya daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Çok başarılı bir bilim insanı olmasına rağmen, cinsiyet ayrımcılığı nedeni ile kariyer yapamayan, bilimin sadece barışcıl amaçlar için kullanılmasını savunan, ama çaresizlik sonucu hayatına son veren bu bilim kadınının anısına 1991'den beri IPPNW Almanya tarafından Clara İmmervahr ödülü veriliyor.

    Fritz Haber hakkında kısa: Fritz Haber'in amonyak sentezi sonucu 22 Nisan 1915 - Almanlar Fransızlara karşı ilk kez kimyasal silah kullandı. Bu nedenle cephede binlerce Fransız asker, tek kurşun atılmadan, ciğerleri parçalanıp yeşil balgam õksürerek ve çok acı çekerek öldüler.

    Fritz Haber, 30 yaşında Karlsruhe Üniversitesi'nde kimya alanında profesör oldu. Araştırmalarında amonyak sentezine yöneldi ve azot ve hidrojen gazından amonyak elde etmeyi sağlayan süreci keşfetti. Bunun sonuçlarından biri "yapay gübre" kullanımı ile dünyadaki olası ciddi gıda sıkıntısını engellemesi iken, ikincisi aynı zamanda kimyasal silahların buluşçusudur. Kaynak: Tübitak Bilim ve Teknoloji, Fizikçi Yasin Ekinci'nin yazısından özet.

    YanıtlaSil
  5. Ek olarak, Fizikçi Yasin Ekinci yazısında; Fritz Haber'i doğuruken annesinin öldüğünü ve bu ölümden babasının hep kendisini sorumlu tuttuğunu da yazıyor.

    YanıtlaSil
  6. A Şükran Demiralp
    18 Şubat 2016, 09:09 ·

    "Dünyadaki insan canlısı belli ki varını yoğunu yok etmeye kullanıyor!
    Niçin?

    Yok ederek var olunabilir mi?

    Hani nerede bilimsel ortak akıl?

    Bilim de(!) teknoloji ve paranın kölesi ise bilim bilim midir?

    Geriye ne kalıyor?

    Başka şeyler yapabilmek, dün düşündüğümüzden farklısını bulabilmek, nasıl?
    Yarışmalar, yaratıcı diye tanıtılan düşünceler, yazılanlar, çizilenler, konuşulanlar, ödüller, cezalar, şikayetler, kınamalar, vs vs vs hep bireyleri tepeye koymaya hizmet etmekten vazgeçemiyor!

    Bazılarının kendini üstün, büyük bir çoğunluğun ise kendilerini aciz hissettiği ve yaşadığı bir dünya ile nereye kadar?

    Evrensel bir ÖZGÜVEN sorunumuz ise tüm bu yaşananların nedeni, o zaman, ACABA?

    Ortamdan para kazanan bir teknoloji değil ortamın bu hale gelmesinin nedenlerini yok eden bir teknoloji nasıl üretilebilir?"

    Kaynak: https://www.facebook.com/asukran.demiralp/posts/10154692821813840

    YanıtlaSil
  7. BANU AVAR, 28 Haziran 2007

    3 yıldır TRT'de yayımlanan "Sınırlar Arasında" isimli belgeselden tanıdığımız Banu Avar, programın akışını ve bununla ilgili gelişmeleri değerlendirdi.

    “Sınırlar Arasında” dolaşmak fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

    Sınırlar Arasında projesi 10 yıldır kafamdaydı… Belgesel bölümünü kurduğum ve 5 yıl çalıştığım TV 8 çizgi değiştirmeye karar verince ilişiğimiz kesildi ve TRT’ye başvurdum. Şenol Demiröz’e projeyi anlattım, ilgilendi ve başladım. 2004 yılı Haziran ayında “Sınırlar Arasında” TRT’de yayına girdi. 2004 Haziranından bu yana 70 bölüm yaptık.

    Bazı ülkelerden 2-3 program yaptığımız için 60 kadar ülkeye gittik. Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu, Çin, hatta Latin Amerika’ya kadar. Özellikle Venezüella, İran, Suriye ve bu şekilde birçok ülkeyi ziyaret ettik ve buralarda küresel politikaların sonuçlarını, halkların kimliklerinin, kültürlerinin nasıl yok edildiğini anlamaya çalıştık ve bunları Türk izleyicisine aktarmaya çalıştık.

    Orhan Pamuk’un Nobel edebiyat ödülünü almasından bir gün sonra, Sınırlar Arasında programınızın İsveç bölümü yayınlanınca İsveç’le Türkiye arasında diplomatik bir sorun oluştu. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

    Nobel töreninin zamanı belliydi ve bu nedenle İsveç programı yapmaya karar verdik. Basın Orhan Pamuk nedeniyle üzerimize geldi ama program aslında Nobel’in ne olduğunu anlatıyordu; Nobel ödüllerinin ne olduğu bellidir. Söylediklerimiz ne ilk kez ne son kez söyleniyor."

    Devamı bir sonraki yorumda...

    YanıtlaSil
  8. BANU AVAR, 28 Haziran 2007
    (2):
    Edebiyat olsun, barış ödülü olsun, dünyada silah sanayiyle oynayanların, dünyada katliamlardan sorumlu olanların cebinden çıkmaktadır. Dünyada en çok insanın ölümünden sorumlu olan ülkeler barış ödülü dağıtıyor! Bu ve benzer ödüller ikiyüzlülüğün şahikasıdır. İsveç’de Barış enstitüsü ile bu nedenle görüştüm, oradaki siyasilere, Barış’ı sorduk. Halkları barış masalarına oturtanlar ölümle en çok oynayanlardı. İrlandalılar, Filistinliler barış masalarına oturtuluyor sonra onlara silah satılıyordu… Üstelik bu ülkelerin yasaları çatışmalı bölgelere silah satışını yasaklıyordu.

    DİNAMİTİN MUCİDİ

    Program Alfred Nobeli anlatıyordu. Alfred Nobel kimdi?! Alfred Nobel dinamitin mucidiydi. Geçen yüzyıl başında Avrupa’da yayılmış 90 tane silah fabrikasının sahibiydi. Yani o zamanın küresel elitini temsil ediyordu, ayrıca Baku petrollerinin sahibiydi. Bu günkülerle çok benzeşiyor bu manada. Ölürken sevgilisi Sofi’ye bir suçluluk duygusuyla çok insanın ölümüne sebebiyet verdiğini, barış için ödüller koymayı düşündüğünü söylüyor... Sartre gibi birçok edebiyatçı bu ödülü reddediyorlar. Çünkü bu ödüller gerçekte bugün eli kanlı sermayenin verdiği ödüllerdir...

    Ayrıca, bu ödüle layık görülenlerin büyük çoğunluğu kendi ülkeleri çıkarlarının aksine hareket edenlerdir. Mesela 1985 yılında Orhan Pamuk Iowa Üniversitesi uluslararası yazı programına katılmıştır. Bu ve benzer programlar Amerikan Milli Demokrasi Enstitüsü ya da Amerikan derin devleti kontrolü altındaki programlardır ve amaç çeşitli ülke aydınlarını devşirmektir…

    Programda ayrıca İskandinav ülkeleri ve özelde İsveç’te Sami ve Tater halkların soykırımını da konu etmiştim. Program yayınlanınca bir takım batıya akredite gazeteciler İsveç büyükelçisine koşup, yayına dikkat çekmişler. Onlar dışişlerine gidiyor, oradan şikayet TRT’ye geliyor… Ben Belfast’ta idim. Bana telefonlar gelmeye başladı.

    İstanbul’a dönüp odama girdiğimde hayret içinde kaldım. Her yer mesaj, notlar, e-postalarla kaplıydı: “Seni destekliyoruz, yanındayız” mesajlarıydı bunlar. Beş binin üzerinde mektup gelmişti, TRT kilitlenmişti. Kısacası belki işin sonu başka yerlere varacaktı ama halk desteğiyle sarmalandım…

    Devlet televizyonunun halktan gelen talebi değerlendirip o istek doğrultusunda işlem yapıyor olması güzel bir gelişme değil mi?

    Evet, çok güzel bir şey. Öte yandan büyük zorluklarla programı yapıyoruz. Program TRT haber daire başkanlığına bağlı. Her bölüm sansüre uğruyor ve bazen çok manasız kesintiler yapılıyor. Denetleme daire başkanlığının kesmediği yerler haber dairesince kesiliveriyor.. Aman Avrupa küsmesin gibi garip bir mantıkla programlar kuşa çevriliyor. Şu anda yolumuza devam ediyoruz. Bu sezon Haziranda bitiyor. Bakalım gelecek bize ne gösterecek!!

    Devamı bir sonraki yorumda..

    YanıtlaSil
  9. BANU AVAR, 28 Haziran 2007
    (3):

    Çalıştığınız kurumdaki diğer insanların size bakışı nasıl?

    İkiye ayrılıyor; Bir kısmı büyük bir destek veriyor bir kısmı köstek olmak için elinden geleni yapıyor… İsveç programından sonra beni ilk tebrik edenler güvenlikçiler, temizlik elemanları, odacılar, çaycılardı. Bazı yapımcılar, aydınlar ise koridorlarda beni görünce yol değiştirdiler.

    Bir şeylerden mi korkuyorlar?

    Bazıları korkuyor bazıları benimle yani Türkiye tarafındaki biriyle muhatap olmak istemiyor. Ben onların ezberini bozuyorum. Türkiye’de bir kol Hıristiyan batı kültürüyle diğer bir kol lokal doğu kültürüyle eğitilmiştir. Her iki kolda Türkiye’yi, Türk insanını temsil etmez. Bunlar halka yabancı kalırlar. Bugün gerek medya, gerek üniversiteler ve kolejler vasıtasıyla inanılmaz bir yabancılaşma yaşıyoruz. Sen Joseph’de okuyan Fransız gibi, Alman lisesi mezunu Alman gibi düşünür ve yaşar.

    Avusturya programınızda vurguladığınız bir olay vardı. Özellikle Avusturya’daki insanların Türklerden, Osmanlıdan korktuklarını anlatıyordunuz.

    Evet, zaten bölümün adı Viyana’da Türk korkusu idi. Şöyle bir durum var; Viyana, Napolyon ve ikinci dünya savaşı sırasında Amerikan uçakları tarafından bombalanmış ve şu anda şehrin en güzel katedrali olan Steffan katedrali hala tamir olunuyor. Korkunç bir bombalamayla tarumar olmuş halde. En ufak bir ibare yok:

    "1683 BARBAR TÜRKLER!"

    “Burası ikinci dünya savaşı sırasında Amerikan uçakları tarafından bombalanmıştır, içinde şu kadar çocuk, insan ölmüştür” diye. Ama Viyana kuşatması hatıraları her yanda… Bir yere gidiyorsunuz hemen birisi önünüze atlayıp, “işte Türklere karşı Avrupa’yı bizler savunduk, eğer bizde onları geri püskürtmeseydik bütün Avrupa Müslüman olurdu” diyorlar. Türk korkusu hiç unutulmamış, hep taze tutulmuş.. 1683’leri herkes hatırlıyor. Çünkü bütün tarih kitapları bunu okutuyor: “1683 ve barbar Türkler”: Herkesin ağzında bu var.

    Onlar bizden korkuyor, biz de onlardan. Osmanlının son yüzyılından itibaren kendimizi onlardan aşağı görüyoruz. Bu kompleksten nasıl kurtuluruz?

    Bu ancak bir tek şekilde mümkün olabilir: Milli bir hükümetiniz olduğu zaman. Atatürk çok akıllı bir dış politika ile Sadabad Paktını yapmıştır. Nitekim Hatay’da Fransız general Poncot’nun karşısına dikilirken yanında Balkan generalleri vardır. “Biz buradayız, ne yapacaksan yap” bakalıma getirmiştir. Öyle ince politikalarla o kadar büyük savaştan sonra gayet güzel bölge düzenlemeleri yapılabilmiştir. Bugün bir başkasının politikasının yani büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlığıyla bunu yapamazsınız. Çünkü ortada ipler Amerika’nın, İngiltere’nin ve başkalarının elinde. Bunu yapabilmek için ipleri elinde tutmanız lazım. Türkiye’nin Türk halkını temsil etmesi lazım.

    Avrupa insan hakları mahkemesi insan haklarının savunucusu olarak kendini ilan etti, bizlere o şekilde gösterdi kendini ve bir anıt şablon gibi önümüze dikildi. Avrupa insan halkları mahkemesinin son yıllarda ise makyajı döküldü ve birçok yanlı karara imza attılar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

    Avrupa’nın olsun Amerikanın olsun Batı emperyalizminin çeşitli kurumları var. Bu kurumlar bütün her şeyin karar vericisi. İşte iyiyi doğruyu güzeli gösteren kurumlar olarak halkların başına koyuluyorlar. Amerika’nın mesela askeri kanadı olarak çalışan bir NATO, siyasi olarak BM, dünyanın para politikalarını yönlendiren bir IMF var. Avrupa insan hakları mahkemesi ise çeşitli ülkelerin başında boza pişirmek üzere kurulmuş gibi duruyor. İnsan hakları ile falan ilişkisi yok.

    Devamı bir sonraki yorumda..

    YanıtlaSil
  10. BANU AVAR, 28 Haziran 2007
    (4):

    Avrupa birliği ülkelerini dolaşıyorum, yaklaşık on beş tanesine gittim, her birinde insan hakları ihlalleri diz boyu. Kopenhag kriterlerinden hiç biri uygulanmıyor. Bunları açık açık söyleyen sadece ben değilim, onların kendi adamları, kendi siyasileri de söylüyor. İngiltere’nin 80 yaşındaki kurt politikacısı Sir Tony Benn bana şöyle dedi:

    FAŞİST AVRUPA BİRLİĞİ

    “Avrupa Birliği faşist bir yapı taşır. Ben Avrupa Birliğini yönetenleri seçemiyorum! Brüksel’deki, Strazburg’daki yöneticileri seçme şansım yok. Bu demokrasi değildir. İkincisi ben bu insanları başımdan atmak istediğim zaman bunu da yapamıyorum. Yani ben buradan çıkmak istesem çıkamıyorum girmek istesem giremiyorum, seçmek istesem seçemiyorum. Bu faşizan bir yapıdır” dedi.

    Her ülkenin iki yüzü var. AB ülkelerine bakın... Fransa’da Şanzelize, İngiltere’de Oxford caddesi, Knightsbridge gibi turistik yerler refah içinde insanlarla dolu. Bir alt caddesine indiğinizde yemek minibüs’leri çorba dağıtıyorlar. Kuyruktakilere, “Siz kimsiniz” dediğinizde “öğretmenim” diyor. Giyim kuşamı da gayet düzgün, “yiyecek ekmeğim yok benim” diyor. Avrupa’da her altı kişiden biri açlık sınırında yaşıyor. Bu benim istatistiğim değil, İngiltere’nin istatistiği.

    Türkiye de son zamanlarda meydana gelen birtakım olaylar var; Trabzon da bir rahibin öldürülmesi, uzun bir müddet sonra Hrant Dik’in Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi. Şimdi de Malatya olayları var. Bu olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanki birileri insanlara kendi öz güvenini kaybettirip ortalığı karıştırıyormuş gibi bir izlenim var.

    Hollanda’da çok önemli siyasi cinayetler yaşandı 2001’den sonra. 2002’de ırkçı lider Pim Fortuyn öldürüldü. Halk “Müslümanlar katildir” diye bağırarak başkanlık sarayına yürüdüler ve sonunda katil bir Hollandalı çıktı. Arkasından sapkın görüşleri ile bilinen bir yönetmen ve köşe yazarı öldürüldü. Theo van Gogh, peygambere, tanrıya, herkese küfreden, Hıristiyan alemine de küfreden yayınlar yapan biriydi.

    Öldürülünce göçmen uyum masası bakanı Rita Verdonk ortaya çıkıp, “yeter artık bu Müslümanlardan çektiğimiz” diye beyanatlar verdi. Arkasından Bernard Bot dışişleri bakanı kalktı ve “Müslümanlar genetik olarak geri zekalıdır” dedi. Bütün bu kışkırtmalar yapıldı ve aydın avı, “cadı avı” başlatıldı, bütün aydınlar sindirildi. Sonunda değişik görüş savunan hiç kimse kalmadı. Hollanda’da halk ve özellikle Müslümanlar baskılar altında ezildi
    Ben her cinayetten sonra yada her olaydan sonra bunun sonuçlarının kime yaradığına bakılması gerektiğini düşünüyorum.

    "TÜRKİYE HOŞGÖRÜSÜZ BİR TOPLUM"

    Şu anda Merkel’in dediği gibi, “Türkiye hoşgörüsüz bir toplumdur derhal siyasi iklimini değiştirmek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır” gibi konuşmalar durumu açıklıyor bence. Türkiye’de müthiş bir psikolojik harekat var dediğin gibi. Aşağılık kompleksi yaratmak, “biz kötü insanız, biz barbar insanız, onu bunu öldürüyoruz” şeklinde bir duyguyu halka benimsetmek amaçlı.

    Bakın 14 Şubat 2005 yılında Suriye enformasyon bakanının odasındaydım. Haber geldi, “Hariri öldürüldü” diye. Adam hemen, “bakın şimdi ne olacak; tüm parmaklar bizi gösterecek!” dedi. “Önce Lübnan’dan çıkın diyecekler. Biz çıktığımız zamanda oraya İsrail girecek. Bu, bunun için yapılmıştır!” dedi. Haririnin arabasının Alman arabası olduğunu, içindeki bomba sensörlerinin Amerikan uydu sisteminden kontrol edildiğini söyledi.

    Olay olduğunda bu sensörler çalışmaz hale getirilmişti ve bunu yapacak teknolojiye sahip dünyada 2 ülke vardı: İsrail ve Amerika. Şunu demek istiyorum: Cinayetler kimin işine yarıyor diye bakmalıyız. Malatya’daki olaylar, Santorinin öldürülüşü vs, vs. Hepsi Türkiye’nin üstüne daha fazla gelmeye yarıyor. Yani bugün Hrant Dink cinayetinden sonra “biz Ermeni’yiz” diye sokaklara dökülen birileriyle karşı karşıyayız.

    Devamı bir sonraki yorumda..

    YanıtlaSil
  11. BANU AVAR, 28 Haziran 2007
    (5):

    Hep Avrupa’dan bahsettik; Filistin’de İsrail’in yapmış olduğu insanları ayıran bir duvar var. Onunla ilgili bir programınız var. Biraz bahseder misiniz?

    O duvar Filistinliyi Filistinliden ayırmaktadır. Gözlerimizle gördük; bu duvarla ayırma projesi bir İngiliz buluşu! Duvarlar sadece Filistin’de yok; dünyanın birçok yerinde bu duvarlardan var, ayrım politikaları var.

    Irakta da olacak, bir dönem İrlanda’da denenmiş; Belfast’ın ortasından koca bir duvar geçiyor. Bu insanlık dışı uygulama emperyalistler tarafından dünyanın birçok yerinde görülmüştür. Tamamen enerji hatlarına ve koridorlarına el koymak için bir toprak parçasından belli bir insan gurubunun temizlenmesi esasına dayalıdır.

    Toplumları şekillendirmede iletişim araçlarının etkisinin büyük olduğunu biliyoruz. AB ve ABD bu araçları çok güzel kullanıyor.

    Basın yayın organlarının Yugoslavya’nın dağıtılmasında çok büyük önemi olduğu söylenir. Küresel güçler Basın yayın organlarına ilk önce 25 milyon dolarla girmişler; Önce halkın beyni uyuşturulmaya başlanmış. Kadınlar hedefe konulmuş. Gittiğim her ülkede, Arnavutluk’ta, Orta Asya ülkelerinde, Balkanlarda işe önce pembe dizilerle başlamışlar.

    Beyinler 60 kelimeyle düşünmeye ayarlanır. Sonra bitmez tükenmez sabah konuşma programları devreye girdi, saatlerce bitmeyen bir şekilde “o onun gelini, diğerinin kaynanası” başladı. Yani insanların çok ilgi duyduğu, mahremiyetle ilgili küçük ama incir çekirdeğini doldurmayacak olaylar çok büyütülerek ekrana getirildi. İnsanlar bunları nerdeyse hipnotize olmuş bir şekilde seyretmeye alıştırıldı.

    Ailenin içindeki en önemli insan annedir, kadındır. Bunun büyük bir kısmı etkilenmiş durumdadır. Daha üst düzey entelektüel, üniversiteye gitmiş kadınlar için de ayrı bir yöntem izlendi… Mesela “desperate house wife dizisi, sex and the city’ gibi yayınlar inanılmaz ölçüde çok gizli bir şekilde damardan zehir şırıngaladılar…

    HOLLYWOOD FİLMLERİNDEKİ KİLİSE TESADÜF DEĞİL

    Gerçekten karı koca birliğini bozmaya yönelik, kadınların tamamen bireyselleşmesini, bencilliğini yaymaya yönelik diziler ortaya sürüldü… Hollywood’un Amerikan devlet çıkarları doğrultusunda yönlendirildiği yazıldı çizildi. Dikkat ederseniz Holywood’da çekilen filmlerde ya kilise, ya Amerikan bayrağı ya da Amerikan askeri mutlaka vardır. Bunlar tesadüf değildir.

    Devamı bir sonraki yorumda..

    YanıtlaSil
  12. BANU AVAR, 28 Haziran 2007
    (6):

    Peki burada neyin propagandası yapılıyor?

    Tabi bu ve bütün olaylar Amerikan devletinin çıkarlarını korumak için yapılan şeyler. 1983 yılında Amerikan kongresinden ‘Demokrasi Projesi’ kararı çıkmıştır.. Bu demokrasi projesi için zamanın CIA başkanı Colby demiştir ki, “bugüne kadar tankla tüfekle girdik ama şimdi başka yollardan da gireceğiz; basın yayını kullanacağız, demokrasi, insan hakları, özgürlükler adı altında gireceğiz ve tüm halkı yönlendireceğiz..”. İçerden bir gurup satın alınmış ve toplumun geri kalanı yönlendirilmiştir.. İçerden bir gurubu satın aldığınız ve Batı’ya bağladığınız zaman iş hallolur.

    Ama Tahmin edemedikleri planlamadıkları şeyler olmuştur. Her şey yolunda gider zannettikleri bazı şeyler her zaman yolunda gitmemiştir… Bakın üzerinde o kadar çok çalıştıkları Türk halkı oyunlara gelmemiştir. Birbirine daha çok kenetlenmiş, ama oyun tutmamıştır. Halk sağduyuludur, kışkırtmalara kapılmamıştır.

    Türkiye’deki yazılı ve görsel medyada çalışanlar ve yöneticileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Türk basınında Türk çok az ne yazık ki. Bu Attila İlhan’ın sözüdür ve doğrudur. Türk basınında genellikle Batı’yı hedef almış, ona özenen bir kesim var. Özellikle köşe başlarında oturmuş insanlar. Çünkü öncelikle basın yayın organlarının denetime alınması lazımdı. Malum, üniversitelerin, basın yayın organlarının denetime alınması ön şarttı, bunu yaptılar da. Dolayısıyla basınımız kağıt üzerinde Türk ama öbür yandan bir tür ‘batılı’ insanlarla sarıldı.

    Bir kadın programında İranlı bayanlarla bir konuşmanız geçmişti ve sizin İran’da kadın hakları ve kadınların değiştirilmeye çalışıldığı hakkındaki görüşlerinizden dolayı bazı eleştiriler var. Bu eleştiriler size yansıdı mı?

    İran ile Suriye bizim en yakın komşularımızdır. Onlarla sıkı ittifak ilişkileri içinde bulunmalıyız. Bizi birbirimizden ayırma amacında olan batılı girişimlere karşı durmalıyız. Atatürk sadabad Paktını boşuna kurmamıştı... Orta Asya ülkeleriyle çok iyi ilişkiler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Avrupa’nın bu kadar çifte standardına rağmen Avrupa karşısında ellerimizi ovuşturup yerlere dizler çökeceğimize biraz da Asya’ya Avrasya’ya bakmalıyız...

    Rabia Ayaz / Su Dergisi

    Güncelleme Tarihi: 28 Haziran 2007, 14:27

    https://www.dunyabulteni.net/arsiv/banu-avarla-sinirlar-arasinda-h17546.html

    YanıtlaSil